28 Aralık 2008 Pazar

Eşlerinin gözünden ünlü edebiyatçıların ev halleri



Sermet Sami Uysal, 1954 yılında Cumhuriyet Gazetesi için ünlü edebiyatçıların tek tek kapılarını çaldı ve onların eşleriyle anket yaptı. Eşleri, tanınmış edebiyatçıları bakın nasıl anlatıyor.



Leman Ataç (Nurullah Ataç’ın eşi) Kumarına kızarım

Nurullah Ataç: Siz sormadan ben söyleyeyim, evde içki içmeme kızarlar.
Leman Ataç : Kumar oynamana da kızarız. Ayrıca sık sık "Sıhhatimle bu kadar alakadar olmayın, bıktım usandım sizden" diye bağırır.
Ne zaman evlendiniz Leman Hanım?: 28 sene oluyor. (1926)
Nurullah Ataç köşesinden bağırır: Leman, yengemin ablasının kızıdır.
Leman Hanım, eşiniz en çok neyi sever?: Kavgayı.
Nurullah Ataç gülerek söze karışır: Ben aksi kanaatteyim, asıl bizim hanım sever kavgayı.
Leman Hanım, eşinizin batıl inançları var mıdır?: Ah sadece gávurum der gezer!
Nurullah Ataç: Gávur değil dinsizim.
Leman Hanım, eşinizin hoşlandığı şeyler: Sofrasının çok kalabalık olmasını ister.
Hoşlanmadığı şey: Temizlik.
Nurullah Ataç: Doğru, evlenmeden önce hiç yıkanmazdım, şimdi altı ayda bir yıkanıyorum.
Eşiniz ev işlerinde size yardım eder mi?: Ne gezer.
Çalışırken ne yapar?: Bol kahve içer.
Çalışırken en sevdiği şey: Yatakta makine ile yazı yazmak.
(alıntıdır)

Nurullah Ataç'ın neden eleştirmen olduğu...

29 Ekim 2008 Çarşamba

Kibele bereketini sunar..

.
.
Salâhattin Bey kızın yaşı küçük olduğunu, gözlerini dünyaya kendi evinde açtığını düşünerek onu yola getireceğini, kendisine bir arkadaş yapabileceğini zannetti durdu. Ona evlat ve kardeş muamelesi yapacak oldu ve çirkin bir alayla karşılandı; efendi ve hâkim muamelesi yapacak oldu, ya isyan, yahut da, daha ileri gidecek olursa, bayılma nöbetleri ile karşılaştı; en nihayet ona tam bir eşitlik vermek isteyince de bir sürü yersiz taleplere, saçma hareketlere ve sonradan görme arzulara tahammül mecburiyetinde kaldı.
Bereket versin, Anadolu'nun bu yalnız kendisine mahsus dertleri yanında bunların gene yalnız kendisine mahsus çareleri vardır. Bunlardan en birincisi "rakı"dır.
.
.
S.Ali Kuyucaklı Yusuf

Doğuştan hayatı kaymış..


Philip Larkin nasıl bir adam?


"Nasıl bir adam mı?/ Yahu söyledim sana/
Hani vardır ya bir takım klasik hasta tipler/ Sapıtan bir şey falan gelmeden başlarına / Onlardan işte: doğuştan hayatı kaymış"





Aynı fabrikadan;

Bu Olsun Şiir
Ağzına sıçarlar senin, annenle baban.
Niyetleri bu olmayabilir, ama sıçarlar.
Hatalarıyla doldururlar seni,
Birkaç da sana has ilave yaparlar.

Ama onların da ağzına sıçılmıştır vaktiyle,
Eski usul şapkalı paltolu aptallar tarafından,
Vakitlerinin yarısını saçma bir ciddiyetle,
Öbür yarısını da gırtlak gırtlağa harcayan.

İnsanın insana verdiği yokluktur ancak.
ve bu kıyı sahanlığı gibi derinleşir gitgide.
Elinden geldiğince çabuk kurtul bu hayattan,
ve sakın ha çocuk yapayım deme.

o x o
...yatakta konuşmak en tatlı şey olmalı,
bir gelenek sanki böyle yanyana uzanmış olmak
iki kişinin içtenliğinin kanıtı... 

  o x o
Çocuklar ne kadar berbat yaratıklar, öyle değil mi? bencil, gürültücü, zalim, adi küçük kabadayılar.
  o x o
...hala doğal geliyor sanki 
eşi, oğlu, evi, toprağı hiçbir şeyi olmamak.
Yalnız bir şaşkınlık duygusu belirliyor şokunu 
Yaşamın bu denli çoğunun geçmiş olmasının, bu denli
ayrı bir biçimde başkalarından..
      o x o
...
Göçebe kavimler için, kayalar arasında
kısa boylu, asık suratlı kabilelerde
ve habis parke taşları gibi kenetli ailelerde
fabrika şehirlerindeki karanlık sabahlarda
ağır ağır ölmektir hayat.
           o x o
"Niye daha zor, neden, o sözcükleri bulmak,
 hem sevecen hem içten,
 ya da en azından,
 ne kırıcı ne de yalan."
          


2 Ağustos 2008 Cumartesi

Altın ÇAĞ

Kimsenin bilmediği bir şehre giderken
Pisagoru karşıladı şehrin büyükleri,
Dediler ki, Sevgili Pisagor
sen bilge bir adamsın,
ama biz kendi doğrularımızla mutluyuz
ve onları değiştirmek istemiyoruz.
Lütfen geldiğin yere dön,
bizi yalnız bırak.

Bu sözler söylenince Pisagor
saygıyla öne eğildi,
arkasını döndü, aklına gelen bir melodiyi mırıldanarak
tozlu bir yol boyunca gitti.
.
.
.
Nebojsa Vasovic

8 Temmuz 2008 Salı

62'den bahçe..



Soyadlarıyla ya da küçük hayvanların isimleriyle oynarlardı, sırası belli, tanıdık ve her zaman çok zevkli bir oyundu bu.
Seni sersem, derdi Nicole.
Hiç de sersem değilim, derdi Marrast.
Sen sersemin tekisin bayım hem de kötüsün / Hiç de değil / Evet öyle / Hayır / Evet / Hayır / Evet / Öyleyse bahçeni mahvetmiş olmalıyım /Bahçem gayet güzel onu mahvetmedin / Evet bahçene bir sürü küçük hayvan saldım / Umrumda değil / Önce köstebekleri bıraktım içeriye / Hepsi salak / Üç tane dağ sıçanı / Umrumda değil / Bir sürü fındık faresi / Çok kötüsün / Kirpiler / O benim bahçem kimse dokunamaz / Senin bahçen olabilir ama ben içine küçücük hayvanlar salıyorum /Senin küçük hayvanların beni ilgilendirmez. Bahçem muhafazalıdır / Hiç de değil, benim küçücük hayvanlarım bütün çiçekleri yiyecekler / Hayır / Köstebekler kökleri yiyecek / Köstebeklerin hem kötü hem salak / Dağ sıçanları güllerin üzerine işeyecek / Dağ sıçanların hem kötü kokuyor hem de hepsi aptal / Üç dağ sıçanı hakında söylediklerin çok kötü şeyler / Çünkü hepsi aptal / Öyleyse sadece üç tane değil hepsini salacağım / Hiç fark etmez onlarda aptal / Ya fındık fareleri / Umrumda değil /Git de bahçene bir bak bakalım benim küçük hayvanlarım neler yapmış / Hem salaksın hem de çok kötüsün / Gerçekten hem salak hem kötü müyüm?/ Kötü değilsin ama salaksın / Öyleyse üç kirpiyi geri alıyorum / Umrumda değil / salak mıyım? / Hayır salak değilsin / Öyleyse bütün dağ sıçanlarını bir de köstebeği geri alıyorum / Ne alırsan al benim için farketmez / Sana ne kadar iyi olduğumu göstermek için bütün küçük hayvanları geri alıyorum / Kötüsün / Demek kötüyüm öyle mi? / Hem kötüsün hem de çok salaksın /Öyleyse iki köstebek /Umrumda değil / Bütün kirpiler.

15 Haziran 2008 Pazar

Manzum sanat yapmak isteyenlere tavsiyeler -2-

Bir şiir parçacığı..


Yüreğim bozkır,
seni yeşertmiyor
Dağlar gibi suskun
Dağlar gibi çaresizim
...
Gölgem, peşimi bırak yanıma gel.
...

- "Dağlar gibi" dedikten sonra peşine binlerce sıfat koyabilirsiniz. Bu yüzden
söylediklerini şiirin içinde doğrulaman gerekir, yani sen "Dağlar gibi suskun
Dağlar gibi çaresizim" diyebilirsin lakin bunu şiirin devamında/içinde
doğrulaman, haklı çıkartman gerekir. Yoksa sallaya sallaya şiir yazdığını
düşünürüm. Dağlar gibi çavlan, Dağlar gibi çılgınım, Dağlar gibi arsız,
dağlar gibi dinginim, ... uysalım, baysalım, enginim, akça pakçayım, babaçım......

- "Gölgem peşimi bırak yanıma gel"
Gölgenin olağan hali peşinde olma hali değildir. Bu şekilde bir yanlış kabul vardır.Karikatürler öyle çizilebilir, deyimleşecek kadar(gölge gibi dolaşma peşinde) kabul görmüş olabilir, ama şairin gözünden bu kaç-a-maz. Çok kabaca; bir çizgi üzerinde dahi yürüyorsan, gölge yüzde elli arkandaysa yüzde elli önündedir, ve üç boyutlu gerçek hayatta ise çok daha az. Bir hatayı, bilerek kullanmak daha yeğdir, ve özellikle şiirde bunu bildiğini belli etmek gerekebilir, bu örnekte olduğu gibi.

Manzum sanat yapmak isteyenlere tavsiyeler -1-

Bu tavsiyeler bazı basit ama yaygın hataların
ifşası-ikazı üzerinedir. Amatör şairleri gerçekten de bağlamaz,
ticari başarı rehberi değildir, yerme değil bilgi verme
amaçlıdır.


Şiir parçacıkları üzerinden durum çalışması

1. Seni sonsuz bir aşkla bağrıma bastım,
Yaralarıma tütün basar gibi
Kül basar gibi, tuz basar gibi.

- Yaraya "X" basmak. Aç deyimler sözlüğünü yaz. Tentürdiyot dahi
basabilirsin, ama kafiyeyi bozar. Yinelemeleri, anlam pekiştirmelerini
"malzeme var, kullanayım o halde" diye yapmayın.
- Ayrıca, bu şiirde sevgiliyi bağrına "yaraya kül-tütün-tuz"
basar gibi bastıysan, yara kapanınca ne olacak? Sonsuz diyorsunuz?

"Sonsuz" gibi çekici kelimeleri aklınıza geldiği gibi kullanmayın.
Kelimenin adı "sonsuz",
idrak ediniz, on, yüz ya da bin değil.
Narı sonsuza
parçalarsan olur; acıyı, aşkı, sevinci... çok kolay kitsch üretirsin.

Sonsuz acılar, sonsuz güzellikler, sonsuz xxx ... gibi.

- "Yaralarıma" yerine "yaraya" kullanmanı tavsiye ederim.



2. ...
aykırı aklın dönemeçlerinde
dünü yok yarınlara yakınken
sabaha devşirilen bir akşam sonunda bir müezzin
izin ister gibi tanrıdan
haykırırken ezanı
asacaklar içimizden birini...

- Semantik olarak; ezan tanrıya bir dua değil, insanlara bir çağrıdır,
ama şiir içinde hiç sırıtmıyor; hatta müezzinin tanrıdan izin
istemesi kısmı tek iyi kısım.
- "Aykırı aklın dönemeçlerinde", yağı usun sapa yollarında,
ürkek aklın ıssızında... zincirleme isim tamlamasının dayanılmaz çekiciliği.
Bunları bilinçli yapın, "öne bas sıfatı gitsin" çok tekdüze, ayrıca üretmesi de
kolay olduğundan kendi kendisi vasatlaştırıyor. Bu yolla eşsiz
ifadeler bulmak gerçekten zor, piyango gibi.

25 Nisan 2008 Cuma

Yık, yerle bir et beyhudeliğini...



Pull down thy vanity
Thou art a beaten dog beneath the hail,
A swollen magpie in a fitful sun,
Half black half white
Nor knowst'ou wing from tail
Pull down thy vanity
How mean thy hates
Fostered in falsity,
Pull down thy vanity,
Rathe to destroy, niggard in charity,
Pull down thy vanity,
I say pull down.

===
Kalır seninle gerçekten neyi seversen, gerisi boş.
Sıyır at kof benliğini, sıyır at dedim.
Yağmurla ıslanmış bir köpeksin,
Şişmiş bir saksağan,
Saralı bir güneş altında,
Kanadını kuyruğundan ayıramayan.
Sıyır at kof benliğini, sıyır at dedim.
Öğren yeşil evrenden yerin neresi..."

Ezra Pound, Kantolar/ Pisa Kantoları'ndan.


14 Nisan 2008 Pazartesi

Kitaplardan Alıntılar..2.. Wittgenstein


Muhtelif kitaplardan... Çoğunlukla Yan Değiniler, Altıkırkbeş.


-0-
"Man kann die Menschen nicht zum Guten führen; man kann sie nur irgendwohin führen. Das Gute liegt außerhalb des Tatsachenraumes."

- İnsanlar iyiye doğru götürülemezler; ancak şuraya buraya götürülebilirler. İyi, olgu uzamının dışında yatar.

-0-

- Çok sey bilen için yalan söylememek zordur.
- Kişi yalan söylemiyorsa yeterince özgündür.

- Filozofların biribirileriyle selamlaşma biçimi şöyle olmalı: "Kendine zamanın ola!"

- Yalnızca tinle üflenmiş boş bir balon gibi ortalıkta gezinmek zorunda olmak utanç verici birşey.

- Başkasının derinlikleriyle oynama!

- Dehanın ölçüsü kişiliktir. Kişilik, tek başına, dehayı oluşturmasa bile. Deha 'yetenek ile kişilik' değil, özel bir yetenek biçiminde dilegelen kişiliktir. Nasıl bir insan birini kurtarmak için suya atlarken, bunu yüreklilikten yaparsa, bir başkası da, yüreklilikten, bir senfoni yazar. (Bu zayıf bir örnek)

- Kendine bak; kendini hiçbir zaman anlamayacaksın. Çünkü kendini bir dizi tasarım içinde görüyorsun, sonunda da dağılıp gidiyor hepsi.
Çünkü kişi kendisine dışardan bakamaz, zira kişi kendisinin nasıl göründüğünü sahiden görmez, çıkarsayabilir ancak. Kişi kendine gerçi, bu koşullar altında ben bir başkası için ne derdim, diye sorabilir. Ama yanıt şu: Bilemezdim. Bilseydim de, o başkasıyla ilgili haklı olduğum konusunda bir şey söylemiş olmazdim. Kişinin kendi üzerine sığ bir yargıda bulunması, kendini ucuz bir biçimde şu ya da bu komedinin ya da trajedinin oyuncusu sayması, bunları bir başkasi için yapması kadar iğrenç bir şey. Düşün ki, başına ne gibi bir mutsuzluk, nasıl bir acı gelirse gelsin, bunu sen kendin hakettin. ...

- İlkin gezginliğe çıkmak gerek; ancak sonra yurduna dönebilir, o zaman da ötekileri anlayabilirsin.

- Bir şey iyi ise kutsaldır da. Bu, garip bir biçimde benim etik görüşümü özetliyor. Doğaüstü olanı ancak doğaüstü olan dilegetirebilir.

- İnsanın - belki de halkların - hayret duymaya uyanmaları gerekir. Bilim, onları yeniden uyutmanın aracıdır.

- Bir özveride bulunup sonra da bununla övünürsen, bütün özverinle birlikte lanetlenirsin.

- İş senin gurur binanı yıkmakta. Korkunç bir uğraş gerektiriyor bu da.

- Yaşamda gördüğün sorunun çözümü, sorunsal olanı yok eden bir yaşama türüdür.
Yaşamın sorunsal olması, yaşamının, biçimine uymaması demektir. Öyleyse, yaşamını değiştirmelisin; yaşamın biçimine uyduğunda, sorunsal olanı da yok olacaktır.
Ama burada bir sorun bulunduğunu görmeyen, önemli birşeye, hatta en önemli şeye körmüş gibi gelmez mi bize? Böyle birinin, öylesine, kör yaşadığını, sanki bir köstebek gibi yaşadığını, ve bir görebilse, sorunu görebileceğini söylemek istemiyor muyum?
Yoksa şöyle demeli miyim: Doğru yaşayan, sorunu bir üzüntü kaynağı olarak, yani sorunsal bir şey olarak değil, daha çok bir neşe kaynağı olarak duyar- sanki yaşamını çevreleyen uçucu bir hava olarak; yanıt bekleyen bir arka plan olarak değil.

- Alnıyazılmışlık: Öyleyse, kişi yalnızca en korkunç acılar içindeyken yazmalı- o zaman bambaşka bir anlamı olur yazdıklarının. Ama, bu yüzden, bu yazılanı da kimse bir doğrudur diye alıntılıyamamalı; meğer ki bunu söylerken kendisi de acı çekiyor ola. - Bir kuram değildir ki bu. - Ya da: bir doğruysa, söylendiğinde, hemen ilk ağızda dilegetiriliyormuş gibi görünen doğru değildir. Bir kuramdan çok, bir iç çekiştir, ya da bir haykırış.

- İnsanlar, bugün, bilim adamlarının kendilerine birşeyler öğretmek için; şairlerin, müzisyenlerin, vb. ise hoşça vakit geçirtmek için varolduklarını sanıyorlar. Berikilerinin kendilerine öğretecek birşeyleri olduğu akıllarına gelmiyor.

- Nedensel bakış biçiminin baştançıkarıcılığı, kişiyi, " tabii ya bu böyle olup bitmiş olmalı " demeye götürmesindendir. Oysa kişi şöyle düşünebilmeliydi: bu, böyle, ve başka bir çok farklı biçimde de olup bitebilirdi.

- Nasılda zor oluyor gözümün önünde olanı görmek.

- Bir insanın sevgisini kazanmışsan, bunun karşılığını, hangi özveride bulunursan bulun, fazla ödemiş olmazsın; ama o sevgiyi satın almak için her özveri fazladır.

- Saçmalamaktanda korkma! Yalnız, saçmalamalarına kulak kabartmalısın.

- Bugün bir yönelimle savaşıyoruz. Ama bu yönelim ölecek birgün, başka yönelimlerce bir kenara itilecek, o zaman bizim ona karşı çıkışımızda anlaşılır olmaktan çıkacak; bütün bunları niçin söylenmek zorunda kalındığı kavranılamayacak.

9 Nisan 2008 Çarşamba

Kitaplardan Alıntılar..1..

Yeni Bir Düşünce, Fritjof Capra
İz Yayıncılık İstanbul,1996


California'da Jacqueline ve ben iki farklı kültürle karşılaştık : Amerikanın hakim resmi kültürü ile hippilerin 'karşı-kültür'ü. California' nın fiziksel güzelliğiyle kendimizden geçmiş, fakat resmi kültürdeki zevk ve estetik değerlerden genel yoksunluktanda şaşkınlığa düşmüştük. Tabiatın sersemletici güzelliği ile uygarlığın kasvetli çirkinliği arasındaki tezat, burada Amerika' nın Batı sahillerindeki her yerden daha barizdi; burada bize öyle geldi ki, Avrupa' nın olanca mirası uzun zamandır terkedilmiş. Amerikan hayat tarzına karşı karşı-kültürün protestosunun niçin buradan kaynaklandığını kolayca anlıyorduk ve doğal olarak bu hareket bizi kendine çekiyordu.
s.21
=====
Yazın sonuydu. Bir öğleden sonra okyanus kıyısında oturmuş, nefes alıp verme ritmini andıran ve kıyıyı döven dalgaları seyrediyordum; birden çevremdeki herşeyin dev bir kozmik dansın içinde raksettiğinin farkına vardım. Bir fizikçi olarak biliyordum ki, kumlari çakıllari su ve etrafımdaki hava, titreşen atom ve moleküllerden yapılmıştı ve bunlar başka parçacıkları yaratıp yok etmek suretiyle birbirleriyle etkileşimde bulunan parçacıklardan oluşmuştu. Yine biliyordum ki, dünyanın atmosferi sürekli biçimde 'kozmik ışınlar'ın havanın nüfuz ettiği kadarıyla çoğul çarpışmalara maruz kalan yüksek enerji parçacıklarının göstericileri tarafından bombardıman ediliyordu; bütün bunlar bana yüksek enerji fiziğinde yapmış olduğum
araştırmalarımdan bana yabancı gelmiyordu, fakat o ana kadar bunu grafikler, diyagramlar ve matematik teoriler yardımıyla tecrübe etmiştim sadece. İlk tecrübelerim sahilde otururken hayatıma girdi; içinde parçacıkların ritmik nabız vuruşları halinde yaratılıp yok olduğu dış uzaydan gelen enerji çağlayanlarını 'gördüm'; elementlerin atomlarını ve bu kozmik enerji dansına katılan bedenimin atomlarını 'gördüm'; onun ritmini hissettim ve onun sesini 'duydum' ve o anda öğrendim ki, bu, Hinduların tapındığı Rakkaseler Tanrıçası Şiva'nın Dansı idi.
s.35

=====
Amsterdam'da geçirdiğim o hafta, benim hippi/fizikçi şeklindeki şizofrenik hayatımın zirvesi oldu. Gün boyunca takım elbiselerimi giyinip konferansta meslektaşlarımla parçacık fiziğinin sorunlarını (kayıt ücretini ödeyemediğim için her gün köşe bucak gizlenip saklanarak) tartışıyordum. Akşamları hippi elbiselerimi giyinip kafelerde, meydanlarda ve Amsterdam'ın yüzen evlerinde takılıyor, geceleri ise Avrupa'nın dört bir yanından gelmiş kafadar gençlerle birlikte uyku tulumum içinde parklarda uyuyordum. Bazen böyle yapmamın nedeni, hem otel parasını ödeyecek durumda olmamam, hem de bu harika uluslararası topluluğa tüm kalbimle katılmak istememdi.
s.40
=====
Bir akşam gece yarısına doğru The Milky Way' in girişindeki merdivenlerde birkaç İtalyan arkadaşla oturuyorduk; tam bu sırada hayatımın iki ayrı gerçekliği birdenbire çatıştı. Bir grup iyi giyimli turist, oturduğum merdivenlere yaklaşıyordu; daha yakına geldiklerinde onları tanıdım; onlar kendileriyle gündüz tartışmalarda bulunmuş olduğum fizikçilerdi. Gerçekliklerin bu bölünmesi elimde olmayan bir şeydi. Afgan ceketimi kulaklarımın üzerine kadar kaldırdım, başımı yanımda oturan genç kadının omuzuna koydum ve sadece bir kaç metre önümde durmakta olan meslektaşlarımın 'keş hippiler' hakkındaki sohbetlerini bitirip uzaklaşmalarına kadar öyece bekledim.
s.41
=====
The Tao of Physics'i yazmamı takip eden on beş ayı hayatımdaki en mutlu dönemler olarak daima hatırlayacağım.... Maddi konfor bakımından mütevazi, fakat manevi tecrübeler bakımından zengindim....
s.49
=====
Mekan ve zamanın birleştirilmesinin dolaysız bir sonucu kütle ve enerjinin eşdeğerliliği ve bir adım daha atarsak, atom-altı parçacıkların dinamik modeller, yani nesneler değil, olaylar şeklinde anlaşılması gerektiğidir. Budizmde bu durum çok benzer bir şekilde dile getirilmiştir. Mahayana Budistleri zaman ve mekanın birbirine geçiştiğinden söz ederler ki, bu, relativistik zaman- mekanı anlatmak için mükemmel bir ifadedir; nihayet onlar zaman ve mekanın birbirine geçiştiğini (nufüz etmekte olduğunu) farkettiğimiz zaman nesnelerin şeyler veya cisimler şeklinde değil, olaylar şeklinde görüneceğini söylerler. Bu tutarlılık beni gerçekten etkiledi ve araştırmalarım boyunca tekrar tekrar karşıma çıktı.
s.51
=====
" Evet herşeyden önce Kuantum ilkelerinin, nesnel Kartezyen gerçekliğin bir tahminden (yaklaşımdan) ibaret olduğu yolundaki fikrin kaçınılmazlığını apaçık (birşey) olarak benimsedim. Kuantum mekaniğinin ilkelerine sahip olupta dış gerçekliğe dair olağan fikirlerimizin kesin bir tasviri olduğunu söyleyemezsiniz. Sadece kuantum fiziğine göre işleyen bir sistemin yeterince karmaşık bir hal aldığında nasıl klasik davranışı sergilemeye başladığını göstererek yeterli örnekler verebilirsiniz. Bu, insanların tekrar tekrar yaptığı birşeydir. Klasik davranışın fiili olarak kuantum davranışına bir yaklaşım (tahmin) olarak nasıl ortaya çıktığını gösterebilirsiniz. Şu halde, Klasik Kartezyen nesne anlayışı ve Newtoncu fiziğin tümü tahminlerden (approximations) ibarettir. Onların nasıl kesin olabileceklerinide anlamıyorum. Onlar, tanımlanmakta olan fenomenlerin karmaşıklığına dayanmak zorundadır. Üst düzeyde bir karmaşıklık tabii ki, etkili basitliği ortaya koyacak bir şekilde sıradanlığa son verebilir. İşte klasik fiziği mümkün kılan, bu etkidir."
s.69
=====
Yüzyılımızın başında fizikçiler atomik olayları keşfetmeye başladıklarında, tabiatı tanımlamakta kullandığımız tüm kavram ve teorilerin sınırlı olduğunu zahmetli bir uğraştan sonra öğrendiler. Rasyonel zihnin üzerindeki sınırlılıklar sebebiyle Heisenberg'in ifadesiyle, "her kelime veya kavramın yalnızca sınırlı bir alanda uygulanma imkanı olduğu" gerçeğini kabullenmek zorunda kaldık. Bilimsel teoriler gerçekliğin eksiksiz ve dört başı mamur bir tasvirini bize asla vermez. Onlar eşyanın gerçek mahiyetine yönelik tahminler olmaktan öteye gitmez. Bunu daha açık ortaya koyarsak, bilim adamları hakikatle haşır neşir olmaktan çok gerçekliğin sınırlı ve tahmini (yaklaşık) tasvirleriyle uğraşırlar diyebiliriz.
s.75
=====
Bana göre Chew, tutumunun en nefis anlatımını, birkaç yıl önce İngiliz T.v.sinin kendisi ile yaptığı röportajda sunmuştur. Kendisine son on yılda bilim alanındaki en büyük keşif (hamle) olarak neyi gördüğü sorulduğunda büyük bilimsel teorileri veya heyecan verici yeni keşifleri anlatmak yerine şunu söylemekle yetindi: "Tüm kavramlarımızın tahminleden ibaret olduğu gerçeğinin kabul edilmesi."
s.76
=====
Laing' in meslektaşlarının bir çoğundan ayrıldığı nokta burasıdır. O insanın durumuna- çok katlı bir ilişkiler ağına gömülü bulunan bireye- bakmak suretiyle akıl hastalığının kökenleri üzerinde yoğunlaştı ve böylece psikiyatrik problemleri varoluşsal terimlerle ele aldı. Şizofreniyi ve diğer psikoz türlerini hastalık olarak ele almak yerine, onları insanların yaşanamaz durumlarda yaşamak için keşfettikleri özel stratejiler olarak değerlendirdi. Bu görüş sonuçta Laing'i deliliği, çılgın (çıldırtıcı) bir çevreye gösterilen sağlıklı bir tepki olarak görmeye sevkeden, bakış açısında köklü bir değişime kadar vardı.
s.106
=====
Salt kartezyen biçimde işleyen bir insanın, görünürdeki semptomlardan azade sayılabilirse de, ruhen sağlıklı olduğu düşünülemez. Böyle kişiler tipik biçimde ben-merkezli, rekabete dayalı, amaca yönlenmiş bir hayata sürüklenirler. Onlar gündelik hayatta normal faaliyetlerinden tatmin bulmayı başaramazlar ve iç dünyalarından yabancılaşmış durumdadırlar. Varlıkları bu deneyim biçiminin hakimiyeti altındaki insanlar için servet, güç veya şöhretten gerçekbir tatmin bulamazlar. Onlar hiçbir zahiri başarının telafi edemiyeceği bir anlamsızlık, faydasızlık ve hatta saçmalık duygusu içine düşmektedirler.
s.138
=====
Günümüz psikiyatri uygulamalarının sık sık düştüğü bir hata da, kendi tecrübelerinin muhtevası temelinde insanlara psikotik teşhisi koymaktır. Gözlemlerimden öğrendiğime göre, neyin normal, neyin hastalıklı olduğuna dair düşünce (kanaat), insanların deneyimlerinin muhteva ve mahiyeti üzerine değil; tam tersine onların ele alınma tarzına ve bir insanın, bu alışılmadık deneyimleri kendi hayatıyla bütünleştirebilme derecesine dayandırılmalıdır. Kişi üstü deneyimlerin uyumlu bütünleşmesi ruh sağlığı için can alıcı önemde olup bu süreçte duygudaş destek ve yardımcı olma, başarılı bir terapi için vazgeçilmez önemdedir.
s.139
=====
Bilinciniz bir tek anda olan biten herşeye katılır, fakat siz hiçbir zaman bu yaşantıyı anlatmayı başaramazsınız. Sadece mistik deneyim için değil; herhangi bir deneyim içinde durum böyledir."
s.156
=====
Farklı iş türleriyle ilgili olarak kültürümüzde ilginç bir hiyerarşi mevcuttur. En alt statüdeki iş çevrimsel eğilimlidir: Kalıcı bir emaresi kalmadan tekrar tekrar yapılması gereken işler. Buna 'entropik' iş adını veriyorum. Çünki çalışmanın elle tutulur delili kolayca ortadan kalkıyor ve entropi ya da başıbozukluk artıyor.
Mesela, pişirilir pişirilmez yeniverecek olan yemek, temizlenir temizlenmez tekrar kirlenicek olan döşemeleri silip süpürmek..vb Toplumumuzda, tüm sanayi toplumlarında olduğu gibi yüksek oranda entropik işe ayarlı meslekler genel olarak kadınlara ve azınlık gruplara teslim edilir. Onlara en az değer verilir ve en düşük ücret ödenir."
s.306

Sanat nedir? - What is art?




Zbigniew Preisner'in müziklendirdiği La Double vie de Véronique filminden.
Aktör Philippe Volter 2005 yılında Paris'te intihar ederek yaşamına son verdi.

Deli gibi titreyenler..

Borges'in In The Analytical Language of John Wilkins (orijinal ismi 'El idioma analítico de John Wilkins') kitabından hayvanlara dair mükemmel bir sınıflandırma.


1. İmparatora ait olanlar,
2. Mumyalanmış olanlar,
3. Evciller,
4. Süt domuzları,
5. Deniz kızları,
6. Olağanüstü olanlar,
7. Sokak köpekleri,
8. Bu sınıflandırmaya dahil edilmiş olanlar,
9. Delirmiş gibi titreyenler,
10. Sayısız olanlar,
11. Çok ince bir deve tüyü fırçayla çizilenler,
12. Diğerleri,
13. Az önce bir vazo kırmış olanlar,
14. Uzaktan bakınca sinek gibi görünenler.

(Not: Borges kurmacasında listenin alıntı olduğunu söylese de bu yönde hiçbir kanıt yoktur.)

3 Nisan 2008 Perşembe

Blake mesajları..

Arzulayan ama eylemeyen, hastalık üretir.
Blake, Cehennem Meselleri

İlaveten: Songs of Innocence and Experience / Blake. Kendi bezeme ve resimleriyle.
Burada bahsi geçen çizimleri görebilirsiniz.

25 Mart 2008 Salı

Blake şöyle der...

Öfkenin kaplanları, eğitilmiş atlardan daha zekidir.

Orijinal: The tigers of wrath are wiser than the horses of instruction.
"The Marriage of Heaven and Hell"

4 Mart 2008 Salı

Bedri Rahmi der ki,

...
canımın içine sokasım gelir
iri kalçaları pullu denizkızını.

Epiktetos der ki,

“Eğer öküzlerle domuzlar konuşabilseydi, yemden başka bir şey düşünenlerle alay ederlerdi.”

Eski Dostlar

Uzun dönem askerlik iyi bişiy, burası da hani iyi bi yer...bu arada allah canımı alsın ki, lemandaki gözlüklü yüzbaşı bizim okul komutanı birkan yüzbaşı lan....
Erdoğan, 2001

27 Şubat 2008 Çarşamba

Genç Ozanlara, Yazıncılara,

...
Yazıncılara,
-özgür ve mağrur ruhlara, yedinci gün dinlenmek zorunda olan yorgun ruhlara-
ancak 2 tür kadın önerebilirim:
Yosmalar ya da aptallar, -sevişme ya da çorba-

Nedenini açıklamaya gerek var mı kardeşlerim?
JPB

24 Şubat 2008 Pazar

Virginia Woolf

Oysa, yine de saat altı olunca, onaylanmayı bunca istediğim için törenlere karşı hep böylesine titizlik gösterdiğimden kapıcıyı selamlamak için şapkama dokununca ve boğazıma dek düğmelerimi iliklemiş, çenelerim morarmış, gözlerim sulanarak rüzgara karşı eğilip selam verdiğimde, küçük bir sekreterin dizlerime sarılıp yatmasını istiyorum; en sevdiğim yemeğin ciğer ve domuz kızartması olduğunu düşünüyorum; böylece sık sık içki evlerine rastgelinen, gelip gecen gemi gölgelerinin düştüğü ve kavgacı kadınların bulunduğu ırmak kıyısına, dar sokaklara yöneliyordum.
Ama aklımı başıma toplayarak kendi kendime, Bay Prentice dörtte, Bay Eyres dört buçukta diyorum. Balta kütüğe inmeli, meşe ortasına dek yarılmalı. Yeryüzünün ağırlığı benim omuzlarımda. İşte kalem kağıt, tel sepetteki mektupların üzerine imzamı atıyorum, ben, ben, ve yine ben.